HER ŞEYİN KARŞITINA GEBE OLDUĞU BİR ÇAĞDA ‘ÖTEKİ’

Bir Dostoyevski hikayesi tiyatroya uyarlanmış, hem de uyarlayan kişi yönetmen Emin Alper. Üstelik oyuncu kadrosunda ayrı ayrı her birini izlemekten haz duyduğum Erdem Şenocak, Cem Yiğit Üzümoğlu, Derya Karadaş ve Gökhan Yıkılkan var. Novellanın adı ‘Öteki’, ilginç, hiç bilmiyorum. Oysa Dostoyevski’nin sıkı hayranıyım. Tepenin Ardı, Abluka, Kız Kardeşler ve Kurak Günler… Sinema külliyatımızda yer alan tüm bu filmlerini izlediğim Emin Alper’in, bu defa kamerasız, bir kurmacayı gerçek zamanda sahnelemeyi nasıl kurguladığını da çok merak ediyorum. Ve oyun bir kara mizah örneği olarak tanıtılıyor. İşte bu yüksek merak ve hevesle Zorlu PSM’nin yolunu tutuyorum, perde açılıyor.

Ondokuzuncu yüzyılda “katı olan her şeyin buharlaştığı” ve her şeyin karşıtına gebe olduğu bir dünyada geçiyordu hikayemiz ve geçiyor hala. Bu, oyunun etkisiyle zihnimde kurulan net cümleydi. Marx’ın bu ifadeleri, bildiğimiz üzere, modern toplumun dinamiklerini açıklamak için kullanılır. Modernleşme süreci, geleneksel olanı eritir ve yok eder, yeni bir düzenin temelleri şekillenir. Kapitalist üretimin hızlı deviniminde, kutsallık yiter, yeni olan her şey dünyevidir. Ancak, bu değişimlerin getirdiği dönüşümlere, yeni çelişkiler ve karşıtlıklar da eşlik eder. Bir yanda refah artarken diğer yanda yoksulluk derinleşir, özgürlük ve demokrasi uygulamaları zenginleşirken otoriterlik ve baskının yeni biçimleri keşfedilir. Bireysellik ile toplumsal bağlar arasında bir tür gerilim şekillenir. Modernizmle keşfedilen ve yüceltilen ‘birey’ ne kadar özgün ve özgür olabilmiştir mesela? Bu karmaşık ve çelişkili atmosferde, modern insanın kendinden memnuniyetsiz, tekinsiz, tatminsiz, yalnız, depresif bir girdaba girmesi handiyse bir adımlık mesafede belirir. Nihayetinde bugün, akıl sağlığımıza sahip çıkma direnciyle bu sınırlarda salınan biçareler değil miyiz? Ve elbette sanat, bu sınırlarda vuku bulan insan deneyimimize ayna tuttu, tutmayı sürdürüyor. Dostoyevski'yi tam bu noktada referans almak zannederim kimseyi şaşırtmaz.

Kendimce aforizmalarla yüklü bu girizgahın bir nedeni var elbet. ‘Öteki’ oyunu, Dostoyevski'nin 1846’da yayımladığı yazarın erken dönem eserinden aynı isimli novellanın uyarlaması. Ve iki metin –novella ile tiyatro senaryosu-, iki dönemin insan çıkmazlarının ortaklığına da ‘uyarlanabilirliği’yle ayna tutuyor. Kitap, yayın tarihi sürecinde farklı isimler almış. Türkçe’ye de ‘İkiz’ ya da ‘Öteki’ başlıklarıyla çevrilmiş. Benim zihnimde şekillenense her iki kavramın dahliyle, ikiz-öteki gibi bir kombinasyon. Zira bu novella ve tiyatro oyunu, modern çağda bireyin içsel çatışmaları ve toplumsal gerilimlerini bir tür alter-ego, benlik kırılması kurgusuyla yansıtan derin bir portre içeriyor: Dokuzuncu dereceden memur Yakov Petroviç Golyadkin/ beyaz yakalı banka memuru Burak Çıplak. Burada bir parantez, Golyadkin isminin etimolojik kökeninde ‘baldırıçıplak’ anlamı var imiş, uyarlamadaki kahramanımızın ismi de acaba buradan mı eklenmiş?

Kitapta ve oyunda, başkarakterimizin hayatı yolunda gitmemektedir. Dışlandığı üst sınıfa dahil olma çabası, aşağılık kompleksi ve paranoyayı beraberinde getirmiştir; yaşanan her gün gerçek mi rüya mı idrak etmesi zor haldedir. Bu bunaltılı rutin, karakterin ikiz-ötekisiyle karşılaşmasının ardından koşar adım bir buhrana, deliliğe sürüklenir. Bu benzer-öteki, bastırılmış arzular, hırslar, hayal kırıklıklarının vücut bulmuş halidir. Bir tür özenilen ve tiksinilen, kıskanılan ve lanet okunan diğer benliktir. Hikaye, kadrajda karakterimize odaklanırken, geniş açıda toplumdaki olumlu-olumsuz, ahlaklı-ahlaksız, başarılı-başarısız kavramlarının çelişkilerine de mercek tutar. Kimdir toplumun sevgisine mazhar, kimdir sözü dinlenen, kimdir güç sahibi, kimdir güvenilir addedilen? Bu ana hatlarda hem edebi metnin hem de tiyatro uyarlamasının birbiriyle uyum içinde olduğunu görüyoruz. Öte yandan novellanın alt sınıf-üst sınıf çelişkisine daha doğrudan baktığını, karakterdeki ‘sınıftan kaçma çabaları’nı muazzam resmederek kişilik bölünmesindeki etkisini, buhranın nedenselliğini daha net verdiğini söylemek sanırım yerinde olacaktır. Oyunda bu hattın eksikliği -ya da belirsizliği diyeyim- maalesef boşluklar yaratıyor.

Gelelim bir sinemacının gözünden kurulan sahneye… Sahne kurulumunda aynalar ana öğeler arasında. Bir tür boyut kırılması, ikilik, çoklu benlik algısına destekleyici olarak kurgulanmış sanıyorum. Fondaki dev sinevizyon ise sahneye hakikaten çok estetik bir sinematografik boyut katmış. Oyuncuların performanslarıyla bütünleşen, şehrin sokaklarındaki sahnelerden ayrı bir keyif aldığımı belirtmeliyim. Birbirine fiziksel olarak hiç benzemeyen iki oyuncunun birbirinin kopyası ikizleri canlandırmalarında yine estetik ve yaratıcı yöntemler bulunmuş; peruk, kostüm, ortak jestler, maskeler… Erdem Şenocak ve Cem Yiğit Üzümoğlu tarafından partnerli dans misali adeta dairesel bir döngüyle sahnelenen karakter geçişlerini de vurgulamak lazım. Oyunda ağırlıklı olarak ‘esas’ Burak’ı canlandıran Şenocak bu deneyimi bir röportajında şöyle ifade etmiş: “Büyüklenmeden aşağılanmaya saniyenin onda birinde geçen Burak Çıplak, şifrelerini çözdüğünüzde ve yalanlarına kanmadığınızda oyuncu için çok oyuncaklı bir role dönüşüyor.” Oyuncakları bol bir oyun hakikaten. Hem Şenocak hem de Üzümoğlu’nun röportajlarında denk geldim; iki oyuncu birlikte karakteri prova edişlerinde esas ve öteki karakteri her ikisi de canlandırmış ve karaktere özgü jestlere birbirlerinden beslenerek karar vermişler. Aksi halde böyle bir canlandırma da mümkün olmazmış sanıyorum.

Fantastik öğeleri, başarılı rejisi ve oyuncularıyla ‘Öteki’nin bence handikabıysa tekrar eden sekanslarıydı. Bu yoğun hikayenin inceliklerini aktarabilmek adına sanıyorum, bazı diyaloglar, sahnelerde benzer öğeler yeniden yeniden vurgulanmış. Daha hızlı akan, daha az sekanslı bir metin, oyundaki yaratıcılıktan alacağımız hazzı zannediyorum artırırdı. Ayrıca karakter bölünmesine daha odaklı bir akış, çelişkiyi de daha damardan hissetmemizi sağlardı sanki. Örneğin, kitapta yazar, ortaya çıkan ikizi önce bir iç ses, şizofrenik bir illüzyon gibi yansıtıyor; ancak çevredekilerin de öteki’yle temasa geçmesiyle hikaye fantastik başka bir boyut kazanıyor. Kitapta okuyucunun başkarakterle eş zamanlı yaşadığı ikilem, -bu ‘ikiz-öteki’ bir sanrı mı, yoksa kanlı canlı biri mi?- oyunda aynı vuruculukta hissedilemiyor. Sahneden sahneye geçişleri takip sırasında en temeldeki bu ikilik, bölünme halinin keskinliği sanki sıradanlaşıyor. Anlatıdaki tekrar hissini anlatıcının devamlı ve doğrudan izleyiciyle konuşur, ona seslenir halde olması da besliyor olabilir. Mizah konusunda da benzer bir monotonluk içinde kaldığımı belirtmeliyim. Buralarda ayağım bazı taşlara takıldı açıkçası. Evet, talepkarlığıyla meşhur izleyici yorumlarımla izlenimimi noktalıyorum. Çünkü yani insanın nutkunun tutulacağı bir potansiyel bunca önümüzdeyken neden daha azıyla yetinelim? Perde kapandı.

Emek verenlere şükranlarımı sunuyorum.

Bir de tabii, Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’ye sonsuz minnetle…

BUNLAR DA İLGİNİ ÇEKEBİLİR